Yaşadığımız coğrafyada, çok da eski olmayan bir zamanda
gerçekleşmiş acı olaylardan biridir kuşkusuz Ermeni tehciri. Tarih
kitaplarından öğrendiğimiz kısmı önemli değildir aslında bizim için. Doğru mu
yanlış mı, diye sormamız gerekmez. Sadece o dönemde insanlar ne yaşamış, nasıl
hissetmiş onu bilmeliyiz. Bu düşüncelerle okudum Unutkan Ayna'yı işte ben.
Nevşehir’in bir köyünde, insanların günlük hayatta Türk,
Ermeni, Rum ayrımı yapmadan yaşadığı bir köyde geçiyor kitap. Ama ülkede Ermeni
tehciri var. Korku var Ermeniler arasında. Ölmekten, yitip gitmekten
korkuyorlar bir hiç uğruna. Ve belki de beni en çok etkileyen kısım Türk ya da
Rum komşularının da onlar kadar korkuyor olması, onlarla ağlayabilmesi. Tabii
ki arada tehciri dört gözle bekleyenler de var ama tehcir yapılan bir yerde
bunun olması çok da garip değil bence.
Roman, on günü anlatıyor. Köye gelen tehcir haberi etrafta
dolaşıyor, insanlar küçük umutlarla bekliyorlar. Din değiştiren tehcire
götürülmeyecek deniyor mesela; kimisi can havliyle din değiştiriyor, kimisi
Hristiyan ölebilmek için intihar ediyor. Öyle büyük bir acı dolaşıyor ki köyün
üstünde okurken insanın tüyleri diken diken oluyor, gözleri doluyor.
Benim kitapta en sevdiğim şeylerden biri etnik kökene
bakmayan dostluklar oldu. Dini, dili, ırkı farklı olan insanlar adeta kardeş
oluyorlardı birbirlerine. Bu insanlık için öyle umut verici bir durum ki...
Yine çok sevdiğim şeylerden biri yazarın zaman kavramı
üzerine yazdığı o güzel aforizmalardı. Ve kitapta anlattığı fotoğraf
hikayesi...
“Fotoğraf çekilirken, insanlar genellikle kameraya gözünü çevirir:
Bu, ‘belirsiz bir gelecek zaman'a bakıştır. Oysa o fotoğrafı eline alan insan,
‘değişmez bir geçmiş zaman' görecektir. Fotoğraf çektirenlerin gözünü diktiği o
belirsiz gelecek, fotoğraf kartını elinde tutan kişi tarafından yaşanır.
Gelecek zamandaki kişi, o anda geçmişteki biriyle göz göze gelse bile ne
fayda... Fotoğraftaki kişi, geleceği bilmemekte, görmemektedir.
Zaman o aynada unutulmuştur.
Ya da başka bir deyişle, zamana ayna olan fotoğraf,
yüzeyindeki geçmişi unutmuştur.”
Kalabalık bir karakter kadrosu vardı, her biri titizlikle
yaratılmıştı. Onlar ne hissediyorsa aynen geçiyordu okurken okurun yüreğine de.
Biri korkudan titreyince ürperiyor, birisi üzülünce ağlıyor, birisi sevinince
yüzünde güller açıyordu insanın okurken. Ben her birini çok sevdim.
Yazarın parmak bastığı, sürekli dile getirdiği güzel bir
konu daha vardı: kadınlar. Anadolu'nun bir köyü bağlamında kadınların yaşadıklarını
göstererek vurgu yapıyordu sosyal adaletsizlik ve cinsiyetçiliğe. Kadınların nesneleştirilmesini
özellikle insanın yüzüne vuruyordu, hele de öykünün geçtiği zamanda..
Okumam gereken bir yazar ve okumam gereken bir kitap
olduğunu düşündüm okuduktan sonra Unutkan Ayna'yı. Çünkü ülkemizde hep olmuş ya
da olmamış, haklı ya da haksız, doğru ya da yanlış olduğu üzerine tartışılan
bir konuyu bu romandaki gibi tarafsız okumak, sadece olayın etkilediği
insanlara odaklanmak çok daha yararlı olmuştur diye düşünüyorum.
Yeri geldiğinde beni ağlatan, yeri geldiğinde bana tebessüm
ettiren, Nevşehir’in sıcaklığını yürekte hissettiren çok güzel bir kitaptı.
“Unutkan aynalar satarmış Boğos: Önünde ne yaşanmışsa, aradan
çok zaman geçtikten sonra olanı biteni anımsayan bu aynalar her şeyi gösterir
ama gösterdiklerini yok etmeyi unuturmuş. Resimlerdeki cansız kişiler, bu
aynada canlı olurmuş. Olanı biteni gösteren bu aynalarda sesler duyulmazmış.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder