2 Mart 2018 Cuma

Şubat 2018 - Aylık Değerlendirme


2018 yılında, blogum için hevesle birçok şey planladım. Aylık değerlendirme de bu planlarımdan bir tanesiydi. Fakat yılın ilk ayını tamamen vizelere çalışarak geçirdiğim için doğal olarak makalelerden başka bir şey okuyamadım ve bir şeyler izleyemedim. Böyle olunca da ocak ayı için bir değerlendirme yapmanın okuyucular için gereksiz, kendim için de moral bozucu olduğunu düşündüm. Fakat tatil coşkusuyla şubat ayım öyle güzel geçti ki hemen bir değerlendirme yazısı yazmaya karar verdim. Umarım yıl boyu devamı gelir. Öyleyse başlayalım.



FİLM
Şubat ayı filmler açısından pek de verimli geçmedi sanırım. Zira bu ay toplam 3 film izledim. Bunlar; Labirent: Son İsyan, Call Me by Your Name ve The Shape of Water.

Labirent: Son İsyan’ı tamamen duygusal sebeplerle izledim çünkü kitapları okumuş biri olarak son kitaptaki o kalp kırıcı sahnenin filmde nasıl olacağını merak ediyordum (okuyanlar ya da izleyenler anladı!). Film hakkında söyleyebileceğim tek şey beğenmediğim oldu. Bilim kurgudan tamamen uzaklaşmış ve klasik bir aksiyon filmine dönüşmüş seri ve bu benim hiç hoşuma gitmedi. Sahneler beklediğim gibi olmadı vs..  Daha fazla bir şey söylemeye gerek yok sanırım.

Call Me by Your Name zaten hayatımın en güzel filmlerinden biri oldu. Burada da bir sürü övgü dizmeye gerek yok, ayrıntılı yorumumu merak ediyorsanız şuraya tıklayabilirsiniz.

The Shape of Water da yine başarılı bulduğum bir filmdi. Keyifle izledim. Açıkçası hakkında söyleyebileceğim pek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Anlattığı hikaye ve geçtiği atmosfer büyüleyiciydi desem yeter herhalde.

DİZİ
Bu ay kendime göre çok dizi izledim diyebilirim.

İzlediğim dizilerin ilki Big Little Lies oldu. Ufak Tefek Cinayetler’in bir takipçisi olduğumdan dizinin esin kaynağını görmek istedim, diyebilirim. İlk sezonu kısa bir sürede bitirdim ve diziyi beğendim. Karakterleri çok başarılı buldum, özellikle başroldeki kadınlarımızın hepsini sevdim. Lakin diziyle ilgili beni hayal kırıklığına uğratan bir şey var. O da dizinin ikinci sezonunun çıkacak olması. Birinci sezon öyle güzel ve yerinde bitti ki ikinci bir sezona gerek var mıydı bilemiyorum.

Death Comes to Pemberley adındaki mini diziyi izledim. Zaten üç bölümlük olduğu  ve Gurur ve Önyargı karakterlerinin kitaptan sonraki hayatlarından bir kesiti sunduğu için hemen bitti. Gurur ve Önyargı’ya çok sadık olduğumdan mıdır nedir, bilemiyorum ama ben diziyi çok beğenemedim. Sıkılmadan izledim fakat en sevdiğim kitaplardan biriyle ilgili bir şeyleri izlerken hissetmem gereken duyguların hiçbirini hissedemedim. Ama yine de ekran başında aile babası olmuş bir Mr. Darcy görmek harikaydı…

Tarihi drama krizimin tuttuğu bir gün Jamestown adındaki diziye başladım. Henüz ilk sezonu bitiremedim, iki bölümüm daha var. Fakat şimdilik bir şeyler söylemem gerekirse bu diziye de bayılmadım. Benim bir diziyi sevmem için İngiliz aksanı ve dönem kıyafetleri her ne kadar yeterli gibi görünse de karakterlerini sevmediğim bir diziye bağlanamıyorum. Ki bu dizideki karakterler kötü olmasa da hiçbirine bakarken yüreğim pır pır etmedi. Ne olur ne olmaz diye pek kötü yorum yapmayacağım, ilk sezonu bitirdikten sonra özel bir yorum yazısı girmeyi düşünüyorum.

Ve gelelim Netflix maratonu kısmına. İzlerken bu kadar çok Netflix yapımı dizi izlediğimi fark 
etmemiştim. Ne yapalım, Netflix işini biliyor! Girlboss, The End of the F***ing World ve Atypical izlediğim dizilerdendi.

Girlboss, benim normalde pek de hoşlanacağım bir dizi değildi zira ben baş karakterimizinki gibi bir Amerikan aksanına ve o serbest tavırlara ne gerçek hayatta ne de dizilerde katlanabiliyorum. Ama nasıl oldu bilinmez kendisini öyle sevdim, öyle sevdim ki… İlk sezon çok eğlenceliydi ve vintage üzerine de olduğu için ayrı bir ilgimi çekti. Tahmin ettiğimden kesinlikle çok daha fazla sevdim. Fakat acı haber: dizinin ikinci sezonu iptal edildi. L

Atypical, şubatın sonlarında yine gülmekten bayılarak izlediğim bir dizi oldu. Bu tarz dizilere normalde gülüp geçebileceğim diziler olarak bakarım ama Atypical biraz fazlası oldu. Sam ne tatlıydı, Evan ne hoştu ve Casey.. Casey ne kadar sempatik bir kız, neden bu kadar sevdim bilemiyorum. Dizinin ikinci sezonunu sabırsızlıkla bekliyorum.

Ve son olarak, dünyanın en güzel dizilerinden biri: The End of the F***ing World. Kendisinden pek bahsetmeyeceğim ama çok çok çok sevdim diyeyim. Detaylı bir yorum yazısı için geç kalmadığımı düşünüyorum,  o da yakında gelir.

KİTAP
Bu ay okuduğum ilk kitap Nazlı Eray’dan Ölüm Limuzini oldu. Her Nazlı Eray kitabı gibi harikaydı. Nazlı Eray ve kitapları hakkında bir yazı yazmayı düşündüğüm için pek uzun bir şeyler söylemiyorum.

Helikopter Yayınları’nın çok nazik bir biçimde bana hediye ettikleri Laviniayı okudum ardından. Kitap George Sand’in iki ayrı novellasından –Lavinia ve Markiz- oluşuyordu. İkisi de güçlü ve aşık kadın karakterler üzerineydi. Lavinia’da klasik aşk ve mantık ikileminin yanında eski aşkını diriltip diriltmemek arasında da kalan bir kadın varken; Markiz sahnedeyken aşık olduğun bir insanı sahne dışında da sevip sevemeyeceğin üzerineydi. Ben sanırım Markiz’i daha çok beğendim. Belki bunun üzerine bir yazı da gelir..

Kendime de çok sürpriz oldu ve En Yakın Arkadaşımın Şeytan Çıkarma Ayini adındaki kitabı okudum. Hiç korku romanı okumayan ve kolaylıkla korkabilen bir insan olmama, kitabın da bir korku hikayesi vaad etmesine rağmen küçük ürpertiler dışında pek de bir şey hissetmedim. Sanırım kitap hakkında en sevdiğim şey retro olmasıydı, diyebilirim.

Ve aylık göz bebeğim: Yabancı. Ben bu kitabı okumak için neden bu kadar beklemişim hiç bilmiyorum. Sadece ilk kitabı okuduktan sonra, şimdilerde dizinin ilk sezonunu izlemeye başladım. Bunun hakkında uzun ve aşk dolu bir yazı gelecek. Şimdilik sadece şunu bilin: HARİKAYDI!

OYUN
Şubat ayında üç farklı oyuna gittim. İlk ikisi Trabzon Devlet Tiyatrosu’nun sergilediği Küçülecek Yer Kalmadı ve İntiharın Genel Provası’yken; üçüncüsü Ankara Devlet Tiyatrosu’nun sergilediği Anna Karenina’ydı.
Küçülecek Yer Kalmadı, günümüzde oldukça sıradan bir konuymuş gibi görünen ama aslında ciddi ciddi tartışılması gereken (bence) şehirleşme, modern yaşam gibi konuları bir kasabaya yerleşerek hayatlarını basitleştirmeye çalışan bir çift üzerinden anlatıyor. Çok güzel şeyler anlatıyor güldürürken.

İntiharın Genel Provası, benim çok güldüğüm bir kara komediydi. İntihar gibi gergin bir konu üzerinden klişe bir şekilde “hayatın anlamı ve yaşadığımız düzen” üzerine eleştiriler yapıyordu. Başarılıydı kesinlikle, ağlanacak hallerimize güldük.

Ve son olarak Anna Karenina’yı izledim ki bileti aldığım günden beri yaşadığım heyecanın tarifi yok. İzlediğim için de kendimi çok şanslı hissediyorum zira oyun, kitabın mükemmel bir versiyonu olmuş. Koreografiler beni benden aldı. Hem Anna Karenina’nın o klasik havasını soluduk hem de modern bir bakış açısı da gördük. Ayrıca benim ta çocukluktan beri severek izlediğim Şevki Çepa’nın da oyunda yer aldığını görmek bana büyük bir sürpriz ve sevinç kaynağı oldu. Fırsatınız varsa, lütfen izleyin.

Bu ay benden bu kadar. Yaşarken hepsinin güzelliklerinden pek fark edememişim ama yazarken yoğun bir şubat ayı geçirdiğimi fark ettim. Önümüzdeki aylar da böyle keyifli geçer umarım, diyor ve mart ayını doldurmaya gidiyorum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder